DİN, İSLAM VE TOPLUMLAR

Allah'ın insanlara gönderdiği dinin temel amacı; Allah'ın hiçbir ihtiyacı olmadığı halde, insanlara kendisine ibadet adı altında çeşitli ritüeller yaptırarak kazanç sağlamak değil, iyi insan ve iyi toplum yaratmaktır. Din bu dünya içindir, her zaman bireysellikten toplumsallığa geçişi amaçlar. Aslında semavi olan ve olmayan bütün dinlerin temel amacı budur.

Eğer ortada etik kurallar, ahlak ve hukuk yoksa, bireysel istisnalar kaideyi bozmadan, din sadece riya ve ritüelden ibarettir ve bu şekilde de din denilen şey dinsizliğin ve kötülüğün ta kendisi olur.

Demek ki neymiş; öncelikle evrensel etik değerler, yerel ahlaki değerler ve hukukun üstünlüğü...

Din, topluma bu değerleri sağlamıyor ve yerleştiremiyorsa, o dinde, dindarlarında ve din adamlarında büyük sorun vardır. Dinden geçinen, menfaat sağlayan kişi ve kurumların, din üzerinden vatandaşın oyunu devşiren yapılarının insanlara enjekte ettiği şekilde, kişi sırf Müslüman olduğu için bu değerlere sahip olduğunu sanması ise, bugün yaşandığı gibi din adına dinsiz, cahil, ahlaksız ve adaletsizlik içinde, kaos ve anarşiyle yaşayan toplumlar oluşturur.

Aslında İslam'ın en büyük şansızlığı ve handikapı, etik, ahlaki ve hukuki değerleri kıt olan Arap toplumuna öncelikle indirilmiş olmasıdır. İslam, Arapları pek düzeltemedi ama Araplar İslam’ı yozlaştırmayı başardılar. Gerçi daha önce indirilen diğer dinler de düzeltememişti Arapları...

Esasında etik, ahlaki ve hukuki değeri olan Türkler gibi toplumlar da, gerçek İslam yerine bu Araplaşarak yozlaşmış İslam’la hemhal olduklarında, mevcut değerlerini de aşındırıp bugünkü sözde İslam dünyasının parçası oldular.

Araplardan ve dünyanın diğer milletlerinden ayrı etik ve ahlaki değerleri olan Türkler için gerçek İslam, fıtratlarına uygun bir din olmasına rağmen, tarihi ve güncel birçok sebeple İslamlaşma yerine Araplaşmayla yozlaşmışlardır.

Türklerin diğer milletlerden farklı olduğunu iddia etmeyi hamaset sananlar içinse, bilinen tarihte dünya milletlerinden farklı birkaç temel özelliği hemen belirtmek gerekir. Aslında başka özellikler de sayılabilir ama hemen anlaşılır olması bakımından kısa tutalım.

Türkler;
1- Dinlerin, peygamberlerin ortaya çıktığı Ortadoğu coğrafyası dahil, bütün medeniyetler kendi yaptıkları putlara, güneşe ve değişik şeylere taparken, Türkler bugünkü tek Tanrı inancı neyse aynı şekilde Kök Tengri dininde, tek ve kudretli olan Tanrıya inanıyorlardı ve insanlık tarihinin en eski tek tanrılı dinine sahiplerdir. İlginç ve garip bir şekilde, üstelik bazı Türklerin de iddia ettikleri şekilde, Şamanizm Türklerin dini olmamıştır. Şamanizm, 11. Yüzyılda Yahudi din adamlarının kasıtlı olarak, dünyada ilk tek tanrılı dinin kendilerinin olduğunu iddia etmek için uydurduğu ve Türklere yakıştırdığı bir söylemdir.

2- Dünyanın bütün medeniyetlerinde kölelik sistemi olmasına rağmen Türklerde tarihlerinin hiçbir çağında kölelik sistemi olmamıştır. Kendileri köle olmadıkları gibi başka birilerini de köle yapmamışlardır. Sadece Osmanlı döneminde Araplardan gelen melanet dolaysıyla bir dönem kölelik sistemi olmuştur ama bu bir Türk geleneği olmamıştır.

3- Dünyanın diğer medeniyetlerinde, homoseksüellik ve ensest ilişkiler oldukça yaygın görülmesine rağmen bu ahlaksızlıklar Türk tarihinde yer bulmaz.

4- Diğer büyük medeniyetlerin aksine, Türkler hiçbir zaman emperyalist olmamışlar, sürekli paylaşmışlardır. Gittikleri yeri imar etmeleri bundandır.

5- Diğer medeniyetlerin aksine Türkler hiçbir zaman ırkçılık yapmamış, gittikleri yerlerin halklarıyla karışmış bir ve bütün olmayı tercih etmişlerdir.

Bu konuda sözün özünü medeniyetlerin öyküsünü yazan Will Durant söylemiş.
“Bir medeniyet kendi içerisinden çürümedikçe dışarıdan fethedilmez.”

TÜRKÇÜLÜK ve TURANCILIK NEDİR NE DEĞİLDİR

Türk milliyetçiliği kavramlarının içi boşaltılıp aşındırılırken, Ülkücülük iddiasında olan birileri tarafından alabildiğine yıpratılmış Ülkücülükle beraber, Turancılık ve Türkçülük kavramları da bundan nasibini alıyor. Bu aşındırma bazı odaklarca bilinçli olarak yapılırken, kendisini Türkçü ve Turancı diye niteleyen bazı aklı evveller tarafından da bilinçsizce yapılıyor.

Mesela Turancılığı, Türk devletlerinin sınırlarının birleştirilmesi sananlar var. Savaş gerektiğinde yapılır ama Türklere özgürlük adı altında herkesle savaşılması, kan akıtılmasına inananlar var. Türkçülüğü ve Milliyetçiliği de ırkçılık sananlar var. Bu sanma ve sanrıları yetmiyor gibi saçma sapan söylem ve eylemleriyle de bunu yaygınlaştırmaya çalışıyorlar.

Yusuf Akçura’nın Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde yayımlanan Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi, bir öncü olarak, siyasî alanda Türkçülük meselesini ilk defa ortaya atmıştı (1904). Akçura, Türk birliği siyaseti uygulandığı takdirde, Osmanlı ülkesindeki Türklerin hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı birleşeceğini ileri sürüyordu. Türk olmadığı halde bir derece Türkleşmiş diğer Müslüman unsurlar Türklüğü daha çok benimseyeceklerdi. Türkçülük, henüz hiç benzeşmemiş ve fakat milli vicdanları bulunmayan unsurları da Türkleştirebilecekti.

Daha sonra ise Türkçülüğü sistemleştiren Ziya Gökalp’ın tarifine göre “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir”.

“Yükseltmek”, çok geniş açılımları olan bir kavramdır. Bunun içine Türk milletinin “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkması”ndan kültür, ekonomi, siyaset, sanat, estetik vb. alanlarına kadar pek çok konu başlığı sığdırılabilir.

Aynı Ziya Gökalp, Türk Milleti inin öznesi olan “Millet”i de “Millet dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur” şeklinde tanımlar. Görüldüğü gibi burada ırkçılık yoktur, ki Atatürk de bu kavramdan yola çıkmıştır ve bu sebeple "Ne mutlu Türküm diyene" düsturunu söylemiştir.

Daha sonraları Nihal Atsız’da buna benzer ifadeler kullanmasına rağmen, bazen de bu ifadelerle çelişmiştir.

Turancılığa gelince, başka milletlerin de Turan ülküsü vardır ama Türk Turancılığında özellikle iki isim öne çıkar.

Kırım’da yetişen İsmail Gaspıralı’nın temel düşüncesi, yalnız Kırım Türklerinin değil, bütün Türk dünyasının, hatta İslam aleminin uyanıp ayağa kalkması idi. Bunu sağlamak için ortaya koyduğu “dilde, fikirde, işte birlik” sloganı Turancılığın temelini oluşturur.

Yazılarında ve şiirlerinde, Türklerin tarihteki ve gelecekteki büyük ülkelerini ifade eden “Turan”ı kelime ve kavram olarak ilk kullanan fikir adamı Hüseyinzade Ali Bey’dir. Ali Bey, Üç Tarz-ı Siyaset’in yayımlanmasından kısa süre sonra, Türk gazetesinde A. Turanî takma adıyla yayımlanan Mektub-ı Mahsus adlı yazısında “Müslümanlar ve bilhassa Türkler, her nerede olursa olsun, ister Osmanlı’da, ister Türkistan’da, ister Baykal Gölü’nün etrafında ve Karakurum civarında olsun, yekdiğerlerini tanıyacak, sevecek, Sünnîlik, Şiîlik ve daha bilmem nelik namlarıyla mezhep taassubunu azaltıp Kur’an-ı Kerim’i anlamaya gayret edecek, dinin esasının Kur’an olduğunu bilecek olurlarsa elvermez mi?” diyordu. O dönemde yazdığı şiirlerinden biri de “Turan” adını taşıyordu. Bu bakımlardan Hüseyinzade Ali Bey’i ilk Turancı saymamız gerekiyor.

Turancılık kısaca, İsmail Gaspıralı ve daha sonra Prof.Dr. Turan Yazgan’ın ifadesiyle “Dil birliği, Eğitim birliği, Alfabe birliği, Kültür birliği, Ekonomi Birliği” şeklinde anlaşılmalı, anlatılmalı ve Turancı olan her kimse bu yolda çalışmalıdır. Yani dünyadaki her Türk devletinin kendi yönetimi olmalı ama işbirliği sağlanmalıyken, başka ülkelerde olan, özgür olmayan Türk toplulukları da eğitim, kültür, siyaset ve çeşitli organizasyonlarla işbirliği içinde desteklenmeli ve kendi bölgelerinde özgür ve etkin güç olmaları için çalışılmalıdır.

Dolayısıyla Türkçülük de, Turancılık da hayalci değil, akılcı, reel politik, jeopolitik, sosyolojik unsurları dikkate alarak, bilimsel ve gerçekçi düşünceler ve yöntemler manzumesi olmak zorundadır.

Bunları anlattıktan sonra Türkçülük ve Turancılığın ne olmadığını da dipnot olarak pekiştirmek gerekir.

Türkçülük ırkçılık değildir.
Başka insanları ve milletleri eylemlerinin haricinde sırf başka millettendir diye hakir görmek değildir.
Türkçülük bir siyasi partiye veya kişiye ait değildir.
Türkçülük bir ideoloji veya doktrin değil, anlayıştır.
Turancılık bütün Türk devletlerini bir çatı altında toplamak değildir.
Turancılık yakarak yıkarak, başka milletlerin enkazları, acıları üzerine kendi milletini, refahını bina etmek değildir.

AKIL ve ZEKA ÜZERİNE

Şunları ayırt edelim...
Akıl ve zeka farklı şeylerdir. Genellikle birbirine karıştırılır. Zeki olan her insan akıllı olmayabilir, ama akıllı olan her insan genellikle zekidir.

Önce tanımlarını ortaya koymamız gerekir.

Akıl, fenomenlerin, yani somut veya soyut algılanabilir ve denenebilir olay ve nesnelerin bilgisinden ve benzerliğinden oluşan bilgileri depolama, arşivleme ve bunlarla kurallara varma yeteneğidir.

O halde akılın, insanlarda Allah vergisi bir yetenek olduğu söylenemez. Çünkü aklın var olabilmesi için soyut ve somut bilgi birikimi gerekmektedir. Bu bilgi yoksa akılın varlığından söz edilemez. Demek ki insan bilgi birikimi oranında akıllı sayılabilir. Yani aslında bir bilgisayarın harddiskinde depolanan programlar ve bilgiler gibi düşünülebilir.

Zeka, en geniş anlamıyla, genel zihin gücü olarak da tanımlanabilir. Zihnin algılama, bellek, düşünme, yorumlama, öğrenme gibi birçok işlevini içerir.

Zekanın doğru çalışması için bir birikme, bilgi ve tecrübe havuzuna ihtiyacı vardır ki işte bunu akıl sağlamaktadır.

Yani yine bilgisayar örneğine dönersek; son model, bilmem kaç çekirdekli bir bilgisayarınız varsa (bu zekayı ifade eder), fakat bu bilgisayarınızın harddiskinde programsal araçlar ve arşiviniz yoksa (bu akılı ifade eder) sizin bu bilgisayarınız bir halta yaramaz, belki internete girip gezebilirsiniz ama bir belge bile üretemezsiniz.

Dolayısıyla günümüzün hastalığı olarak, insanlar zekalarına güvenip akıl konusunu es geçmek şeklinde garip bir davranış içine girmektedirler. Herkes kendisini çok zeki hissediyor ancak acaba akıllı mıyım diye pek düşünmüyor. Hal böyle olunca da gerçekten akıllı insanlar kendisini zeki gören bu insanları kendi seviyelerine çıkaramıyor ama kendisini zeki sanan insanlar, hiç sahip olmadıkları şekilde akıl sahibi insanları bir çırpıda kendi seviyesine çekmeye çalışıyor.

Onlar farkında olmasa da, sadece akıllıların fark edeceği şekilde ortaya şöyle bir durum çıkıyor;
Cehaletlerini zekavetin çekmecesinde saklamaya çalışanlar, aslında ahmaklığın gönderinde bayrak yapıyorlar...

İRAN TOPLUM OLAYLARI, TÜRKLER ve TURANCILIK

İran'da olayların başlamasıyla birlikte, Türk milliyetçiliği üzerinden, zaman zaman olduğu gibi "Güney Azerbaycan'a özgürlük" sesleri yükselmeye başladı/başlatıldı. Bu da Turancılık fikrine dayandırılmaktadır. Bu ilk bakışta kötü, anlamsız bir söylem değildir. Bir Türk milliyetçisi olarak Turan fikrini yadsımam kendimi inkar olur.

Ancak, gördüm ki epeyce bir kişi Turan'ın ve Turancılığın ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmediğinden, talepleri, coğrafyamızda Türkiye'yle birlikte en köklü ve devlet geleneği olan komşu İran'ın parçalanıp, oradan yeni bir Güney Azerbaycan Türk devleti kurmak üzerine kurgulanıyor. Hemen söyleyelim bu kurgu Turancılık değildir, Turan fikrine hizmet etmez, hele de akılıcı ve mantıklı hiç değildir, Türk milliyetçiliğinin aklıselimine de hiç uymaz.

Peki İran'daki Türk kardeşlerimiz özgür olmasın mı? Turan olmasın mı? Soruları da hemen savunma mekanizması olarak devreye giriyor.

Tabi ki bir Türk milliyetçisi olarak dünyanın her bölgesindeki Türklerin özgür ve bağımsız olmasını isterim. Bu işin duygusal tarafı... Ancak, bir de reel tarafı var...

İran'daki Türk kardeşlerimizin İran'ın kendi sosyolojik yapısı içerisinde bir Fars'tan daha az özgür veya daha fazla baskı altında olmadığını gayet iyi biliyorum ki aksi söylemler meseleyi ajite etmeye yönelik gizli servis algı yönetimidir. İran yönetiminin sıkıntılı bir rejim olduğunu da biliyorum. Fakat bunlar 80 milyonluk komşu bir ülkede iç savaş yanlısı olup, oranın parçalanmasından yeni bir Türk devleti umma, sanma hayalciliğini makul ve mantıklı kılmaz.

Suriye konusunda da birileri oradaki Türkmenlere özgürlük isterken, Suriye'de bağımsız Türk bölgesi umarak Turan çığlıkları atıyorken, birileri de Emevi Camiinde cuma namazı kılacaktı. Dış destekli toplum mühendisliğiyle, bu şekilde Milliyetçilerin ve İslamcıların ayranını kabarttılar.

Jeopolitikten, bir adım sonrasından, bölgedeki oyunculardan haberi olmayan, komşu bir ülkede iç savaş çıkarsa komşuya neler olacağını hesap edemeyen, satranç tahtasında bir hamle sonrasını bile öngöremeyenler, bunları görse bile ABD ve İsrail'in değnekçiliğini yapanlar yüzünden işte Suriye ve sonuç...

Peki iddiamız olan Turanı, İran Türkleri için istemeyelim mi? İsteyelim ama böyle değil. Önce Turancılık fikrini doğru bilelim. Turancılık yapacaksak dayanacağımız temel fikir İsmail Gaspıralı'nın "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturdur. Atatürk de bu düsturdan hareketle dil ve alfabe devrimlerini yapmıştır.

Öncelikle bilmemiz gereken; İran'da Türkler bir azınlık toplumu değil, çoğunluk asli unsurdur ve diğer etnik gruplardan çok daha kalabalık ve neredeyse İran'ın yarısı olduğudur. İran'ı Türklerin yönetmesini sağlayıp, bir İran Türk devletiyle komşu olup, Turan düsturu gereği; dilde, fikirde, işte birlik yaparak milletler topluluğunda yer almak varken; İran'ın yıkılıp oradan bir Türk devleti çıkması yerine batılıların desteğiyle esasen bir Kürt devleti ve diğer minik özerk bölgelerin çıkartılarak, Irak, Suriye ve hatta Yugoslavya trajedilerinin yaşanacağını görmek bu kadar mı zor?

İran'daki Türk kardeşlerimizin İran yönetiminde etkin olmasını ve İran'ın toprak bütünlüğünün korunarak; dilde, fikirde, işte birlik sağlamak esas Turancılığın ta kendisidir.

Fakat, Turan'ın merkezi olması gereken Türkiye'de, kendi ülkesinde eğitiminden, hukukuna, ekonomiye kadar özgür olamamış, Turan fikrini yerleştirememiş, hatta Türk olmanın aşağılandığı bir ortamda, gayri milliliğin, CIAsal İslamcılığın ve batı emperyalizminin kucağında debelenirken; İran'da olaylar çıktı diye, ilerisini gerisini düşünmeden Güney Azerbaycan üzerinden güya Turancılık yapmak trajikomiktir...

Bunun için de öncelikle kendi ülkemizde yönetimleri bazı şeylere zorlamak ve değişimi sağlamak gerekir.
Bunlar;

1- Türkiye'yi yöneten iktidarlar mezhepçi, Sünnici dış politikadan vazgeçip, bütün Türk toplumlarına seküler yaklaşmalıdır.
Bu olmadığı için, parçalanmış Irak'tan bir Kürt devleti çıkartılırken, Kerkük, Musul, Telafer, Erbil gibi bölgelerde asli unsur olan Türkmenler, Şii oldukları için yalnız kalıp devlet olmadığı gibi Kürtlerin insafına bırakıldı. İran'daki Türklere de bu yaklaşımı gözlemliyoruz.

2- İran'daki Türk kardeşlerimizle özel bir kültür ve eğitim politikamız olmalı, oralardan yoğun şekilde öğrenciler üniversitelerimizde okutulmalıdır, Türkiye Türkçesi yaygınlaştırılmalıdır.

3- Batının ambargo uygulamalarına rağmen İran'la ticaretimiz, işbirliğimiz sürmeli, geliştirilmeli, üstü örtülü veya açıktan artırılmalıdır.

4- İran siyasetinde Türk kardeşlerimiz desteklenmeli, organize edilmeli, mali kaynak sağlanmalı ve yönetimde etkin yerlere gelebilmelerine yardımcı olunmalıdır. Türk istihbaratı bu işleri yapacak seviyededir ve sosyolojik zemin müsaittir.

Bunlar yapıldığında, bölgemizde parçalanmamış, iç savaş çıkmamış, Güney Azerbaycanlı kardeşlerimizin hakim olduğu, Türkiye devletiyle dilde, fikirde, işte birlik olan güçlü bir İran Türk devleti olur ki, işte Türk milliyetçiliği ve Turan tam da budur...

GÜNEY AZERBAYCAN TUZAĞI

İran'da toplumsal olaylar başlayınca, beklediğim gibi Güney Azerbaycan'a özgürlük, Turan, Turancılık söylemleri Türk milliyetçiliği üzerinden hemen tırmandırılmaya başlandı.

1- Bu işin Turan veya Turancılıkla alakası yoktur. İran bölgede düşerse bırakın Turanı, Türkiye devleti tehlikeye düşer. İran'ın toprak bütünlüğü korunmalıdır. Bölgede ABD ve İsrail'in tırnağını geçiremediği bir ülkenin varlığı bugün itibariyle Türkiye'nin sigortasıdır.

2- İran'daki rejimin iyi mi kötü mü olduğu şu an bizim konumuz değildir. Aynen Suriye'deki rejimi bahane edip iç karışıklığa manivela olunma hatası İran'da yapılmamalıdır. İran karışırsa Türkiye de karışır.

3- ABD kuklası Kürtçü Terör örgütü PKK, YPG, PYD vs. adıyla sadece Suriye ve Irak'ta değil, iran'da PEJAK olarak vardır ve İran bunlarla ciddi mücadele edip fırsat vermiyor. İran'ın parçalanması demek Güney Azerbaycan Türk devletini ortaya çıkarmaz ama ABD ve İsrail kuklası yeni bir Kürt devletini ortaya çıkarır ki İran sınırımızda da güvenliğimiz biter, sıra Türkiye'ye gelir.

4- Sınırımızda 80 milyonluk bir devlette iç savaş çıkması, parçalanması, Suriye meselesinde olanlardan bizi 10 misli daha fazla olumsuz etkiler. Milyonlarca Türk ve Farsın kanı akarken, şuan İran'da kamplara yerleştirilmiş 3-4 milyon Afganlı ve Pakistanlı mülteciyle beraber, Fars, Türk, ve diğer milletlerden 10 milyonun üzerinde mültecinin Türkiye'den başka gidecek yeri kalmaz, Türkiye mevcut Suriyelileri kaldıramazken buna hiç dayanamaz. Ayrıca Doğu Akdeniz'de olanları da göz önüne aldığımızda Türkiye tam bir kıskaca alınacaktır.

5- Uzun yılardır takip ettiğim üzere, Türkiye'de ABD ve İsrail destekli, buralardan finanse edilen Güney Azerbaycan temeli dernekler, örgütler etki ajanlarınca veya samimi ama saf insanlarımızca kurulmakta yayınlar yapılmaktadır. Bunların hiç birinin Turan veya Türk milliyetçiliği diye bir dertleri yoktur. Tek dertleri Ortadoğu'da ABD ve İsrail'in işine gelmeyen İran'ı bir şekilde zayıflatmak veya yıkmaktır.

SONUÇ: Bu şartlarda İran'ın toprak bütünlüğünün korunması ve iyi veya kötü orada bir yönetim rejiminin olması Türkiye'nin en stratejik şekilde faydasınadır. Aksi bir durum, ülkemizi topun ağzına koyacaktır. Turancılık ve Türk milliyetçiliği ise başka konudur. Mevcut konjonktürde bu referanslarla hareket edilemez.
Bu sebeple, Türk milliyetçileri olarak eylem ve söylemlerle ABD ve İsrail'in oyunlarına payanda olmayalım. Halihazırdaki Türk devletimizin de ikbalini tehlikeye atmayalım.

ATATÜRK’TEN GEÇİNENLER

Ülkemizde "Atatürkçü geçinen", "Atatürk'ten geçinen" ve “Atatürk düşmanlığından geçinen”
kesimler hep oldu ve olacak.

Bu kesimler yakından incelenirse aslında birbirinden de nemalanmaktadırlar. Bunlar “İfrat ve Tefrit” alanını genişletip, cazgırlık yaparak milleti de bu iki kavram arsına sıkıştırıp, yalan-yanlış hurafelerle, bilgilerle bir taraftan ceplerini doldururken bir taraftan da önemli güç sahibi olmaktadırlar.

Bu tipleri hepimiz az çok tanırız. Ağızlarında duruma uygun olan veya olmayan Atatürk vecizeleriyle, her konuşmanın arasına sokuşturdukları Atatürk adının arkasında her türlü herzeyi yiyen, hıyanetin her türlüsünü yapan insan müsveddelerinden ve yine hıyanetin her türlüsüyle Atatürk düşmanlığı üzerinden din-iman tacirliği yapan alçaklardan bahsediyorum.

Bunlar bazen bir siyasi, bazen bir bürokrat, bazen yabancı menşeli dernek mensubu, bazen İslami bir kisveyle, bazen sivil toplum örgütü mensubu veya yöneticisi olarak karşımıza çıkar.  "Etki Ajanları" olarak nitelendirilen bir kesim ve onların kandırdığı bir zümre bugün itibariyle oldukça etkin durumdadır. Bunların bazıları AB yalakası, bazıları ABD yalakası olarak karşımıza çıkarken, son günlerde olduğu gibi Türkiye'nin eksen değiştirmesi gündeme gelince de rüzgar nereden eserse o tarafa yelken açarlar. Fakat genellikle yurt dışı kaynaklardan fonlanan bu odaklar, kendilerine verilen "Etki Ajanlığı" görevini tam bir "mandacı" anlayışla yapmakta, AB ve ABD yalakalığını, kendisini emperyalizm düşmanı ya da dindar gibi göstererek büyük bir maharetle yerine getirmektedirler.

Hatta ülkemizde misyonerlik faaliyeti içerisinde bulunan hainler bile Atatürk'ü kullanmaya başladılar. Millet, ulus gibi kavramlara düşman olan, din adına konuşan bazı "kaba softa ham yobazlar" da işlerine geldiğinde Atatürk düşmanlığını, işlerine geldiğinde de Atatürk'ün sözlerini kullanmaya başladılar.

Sıkıştıklarında hepsinin de sığındığı kalkan çağdaşlaşma!.. Ne gariptir ki en çok korktukları şahsiyet de Atatürk'tür. O halde Atatürk'ün sözlerini her fırsatta bunlara hatırlatmak, hıyanetlerini yüzlerine vurmak ve kamuoyuna deşifre etmek bunlarla yapılacak en önemli mücadele şekillerinden biridir.

Peki ne diyor Atatürk?
İçimizdeki soysuz-sopsuz beslemelerin, var güçleriyle mücadele ettikleri ve aynı oranda da korktukları büyük şahsiyet ne diyor?
İşte birkaç paragraf…

Mart 1922 Mustafa Kemal diyor ki;

"... Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa'nın en önemli devletleri, Türkiye'nin zararıyla, Türkiye'nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye'nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere'nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana'dan sonra Peşte ve Belgrat'ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya'da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir."

"... Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye'yi yok etmeye girişenler, Türkiye'nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye'nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye'nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye'yi ıslah etmek, Türkiye'yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye'nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir."

"...Oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür."

"...Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu Maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu'yla Batı'nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı'ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu Maneviyatı’ndan tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez (bundan)."

"... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, acizle başlamıştır. Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi, Türkiye'yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye'de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki "Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur." Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. 'Onlar bizi idare etsin' diyorlardı."
( Meclis konuşmasından. İş Bankası kültür yayınları TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt-3)

Acaba Atatürk bu konuşmayı sadece 1922 yılı için mi yapmış?
Aradan bunca zaman geçmiş birileri neden korkuyor ve neden Atatürk düşmanlığı yapıyor, neyin mücadelesini veriyor, nerelerden besleniyor, kime hizmet ediyor, anlayabiliyor musunuz?
Siz ne dersiniz?

İFRAT VE TEFRİT ARASINDA TÜRKİYEM

TV Kanallarını dolaşıyorum, bizden olan veya bizim gibi bir şeyler arıyorum. Maalesef bulamıyorum....

Öyle zalim, öyle usta, öyle organize bir sistem kurulmuş ki, katman katman balık ağı gibi, birinden kurtulsam diğerine yakalanıyorum. Bilemiyorum sadece ben mi rahatsız oluyorum acaba? Belki de sosyoloji, kitle psikolojisi, toplum mühendisliği ve dejenerasyon konusunda ilgim ve eğitimimden dolayı farkındalığım biraz yüksektir ondan rahatsız oluyorum.

Beyinlerin içini savaş alanı seçmişler, kazmalarla, küreklerle, hatta dozerlerle yıkıma, tahribata devam ediyorlar. O kadar da alenen ve gürültülü yapıyorlar ama garip olan kimimiz bundan keyif alıyoruz, kimimiz duymuyoruz bile, kimimizdeyse yıkım işi bitmiş, arsası satılmış, yerine AVM inşaatını bile başlatmışlar.

Dört katmanda gruplamışlar televizyonları ve programlarını (balık ağlarını).

1- Aile Kanalları ve Yerli Diziler; İstisnasız bütün kadınlar kızlar manken gibi güzel, bütün herifler adamlar manken gibi yakışıklı, son model arabalara biniyor, villalarda yaşıyorlar, hepsi şirket veya holding patronu, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, tek dertleri hangi horoz hangi tavuğu gagalayacak veya hangi tavuk hangi horozu ayartacak. Bu gagalama işi ancak bu kadar normalleştirilip beyinlere nakşedilebilirdi.

2- Eğlence programları: Yurt dışından ithal program formatlarıyla karı kocanın birbirine demediğini koymadığı, rezilleştiği, aile yapısının kepazeleştiği sahneler itinayla ve süslenerek sunulurken, özellikle tahribat için kurulmuş ve gençlerin zihinlerini bulandırmak, özentiye tavan yaptırmak, gerçekte olmayan hayali bir dünyayı zihinlere kazımak, beyinleri boşaltmak ve kültürel yozlaşma için milyon dolarlar harcanan abudik gubidik yarışmalar. Özelikle Türkçe dışında şarkı söyleyenler iltifatlar görüp, göklere çıkarılıp, zavallı Türklüğüm ve kültürüm ustaca değersizleştirilir.

3- Haber kanalları: Etki ajanı olarak seçilmiş, kanal kanal dolaşan aydın, siyasetçi veya akademisyen kisveli "jetonlu düdükler", demagoglar, kendilerine önceden verilen konu başlıklarını beyinlere itinayla şırınga ediyorlar. Bu kurgu çakılmasın diye bazen de samimi ve bizim gibi bir adamı 3-5 kişinin arasına alıp dövdürürken en doğru, en haklı ve erdemli fikirlerin bile ne kadar değersiz olduğunu zihinlere nakşediyorlar.

Şu futbol programlarından bahsetmeyeceğim bile, midem bulanıyor.

4- Din kanalları: Onlarca kanaldan her kanal kendi cemaatinin yarattığı Allah ve dini, kaba softa ham yobaz adamlarla beyinlere şırınga ederken, akıl, fikir, mantığı devre dışı edip, hayvanlardan farkımız olan düşünebilme yeteneğini törpüleyip zombiler yaratıyorlar. Güya İslam adı altında, İslam dinine hiç kimsenin veremeyeceği tahribatı verirken, görünmeyen putlar inşa edip insanları onlara tapındırıp, hiçbir şey üretmeden de lüks içinde yaşayan ahlaksız, sömürgen birilerinin servetine servet katıyorlar. Bu şekilde modern çağın Lawrens'leri olarak, yıllardır batının İslam dünyası üzerinde oynadığı oyunun TV ayağı olarak faaliyetlerine devam ediyorlar.

Haaa şehitler, intiharlar, kadın cinayetleri, sefalet, çevre duyarlılığı, eğitim, hukuk, kültür vs. sorunlarımız mı? Onlar haber bültenlerinde 20 saniyelik haber olurlar, hepsi o kadar.

Peki, bunlardan hangisi bizden, hangisi bizim gibi, hangisi bizim kültürümüze bir katkı sağlıyor veya bizi biz gibi hissettirebiliyor? Bir taraf ifratta iken diğer taraf tefritte. Arada kalan bizler gibi çoğunluğun beyni, aklı, canı, kültürü, değerleri ne oluyor dersiniz?

Oynanan oyunun iğrençliğinin, toplum mühendisliği denilen yıkım işinin farkında mıyız? Ve daha da ilginci; bunların en çok da milli ve Müslüman denilen bir iktidar döneminde azıttıklarını, önlerinin açıldığını görebiliyor muyuz?

EĞİTİM SİSTEMİMİZLE NEDEN SÜREKLİ OYNANIR?

Eğitim sistemimizle zırt pırt oynanmasını, dejenere olmasını bir tesadüf veya birkaç muhterisin saçma sapan da olsa kafalarına göre bir şeyler icat etme gayreti olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Bizim eğitim sistemimiz üzerinde oynanan oyunlar, Batı için hayat meselesidir ve Batının kaderini belirlemektedir.

Bugünkü Avrupa medeniyetinin çökeceğini ilk haber veren kişi, Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler'di. Ünlü İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee de aynı tehlikeyi görmüştü, ama Spengler gibi teslimiyetçi bir çizgi takip etmek yerine, kadere karşı direnmenin mümkün olabileceğini savunuyordu.

Sömürüye dayalı Avrupa uygarlığının bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu görüşünden hareketle 1905'de Londra'da düzenlenen ve 1907 sonuna kadar devam eden konferans neticesinde sunulan raporda önce şu soru sorulmuştu:

"Batı sanayi devriminin birikimleri ve modern teknoloji bu bölgeye (Akdeniz'e sınır olan ülkeler ve Orta Asya) girerse ne olur? Eğer bu halklar bilim, eğitim ve kültüre ağırlık verirse ne olur? Eğer bu bölgede yaşayan halklar bağımsızlıklarını elde eder ve kendi tabii servetlerine sahip çıkarlarsa ne olur?"

Bu sorulara şu cevaplar verilmişti:
"İşte o zaman sömürgeci imparatorluklar sonlarını getirecek bir darbe alırlar, sömürge rüyaları sona erer; imparatorluğun ana damarları kesilir ve Roma ve Bizans imparatorluklarının çöktüğü gibi çöker"

Sonra da Batı emperyal hâkimiyetinin hiç olmazsa bir veya iki yüzyıl daha devam edebilmesi için şu teklifler getirilmiştir:
a) Ortak çıkarları olan bu devletler bu bölgeyi parçalara ayırmaya, halkını bölünmüşlük, gericilik ve cehalet içinde bırakmaya devam etmelidirler.

b) Bu bölge Asya'yı Afrika'dan ayırmalıdır. Konsey, bunun için güçlü ve yabancı, Avrupa'yı eski dünyaya, aynı zamanda her ikisini Akdeniz'e bağlayan köprüyü elinde tutan bir insan engeli konulmasını tavsiye eder.

Ta ki, bölgede emperyalizmin dostu ve bölge halkının düşmanı bir güç veya güçler oluşsun.
Raporun devamında bu hedefe ulaşılabilmesi için öncelikle Akdeniz'e kıyısı olan devletlerde yaşayan halkların dillerinin bozulması, cahil bırakılmaları ve aşiret yapılarının ön plana çıkarılması tavsiye edilmektedir.

Peki, Batı kendi emperyal varlığını sürdürebilmek için bunları nasıl uygulayacak, kendilerine tehdit olan bu ülkeleri nasıl dizginleyecek, dillerini nasıl bozacak, nasıl cahil bırakacak ve etnik yapıları nasıl kışkırtılacaktı?

Görüldüğü üzere “cahil bırakılmak” işin anahtar kelimesidir. Fakat hem okullarda eğitim sürecek, hem de o insanları nasıl cahil bırakacaksınız, mümkün değil gibi görünüyor ama aslında gayet mümkün, bunu başarıyla uyguladılar ve halen uygulanıyor.  Eğitimde yapılan her değişikliğin sonuçlarının 15-20 yıl sonra görülebileceği ortadayken, son 12 yılda, 13 kez değiştirilen eğitim sistemimiz size bazı ipuçları vermiyorsa biraz eskilere gidip daha somutlaştıralım olayı.

27 Aralık 1949 tarihi, Türk Milli Eğitim tarihinde yukarıdaki amaçları gerçekleştirmek yolunda bir başlangıç noktasıdır. Bu tarihte, ABD ile yapılan, eğitim ile ilgili anlaşmayla, Fulbright Eğitim Komisyonu kurulması Türk çocuklarının geleceğinin Amerikalıların ellerine nasıl da teslim edildiğini gösteren en önemli belgelerden birisidir. Bu anlaşma ile Türk eğitim sistemi neredeyse tamamıyla ABD'lilerin insafına ve inisiyatifine bırakıldı.

ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonu idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk'tü. Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını, yani programlarını belirlemekti.

Gençler bir milletin geleceği demek değil midir? Türk milletinin geleceği olan gençlerin eğitimi, sebebi ve gerekçesi belirtilmeden (ki sebeplerini yukarıda anlattık) yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Bu kadarla kalsa neyse, komisyon herhangi bir konuda karar verirken oylar 4 evet, 4 hayır çıkarsa ne olacaktı?

Çözüme bakınız; O tarihte Ankara'da bulunan Amerikan Büyükelçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Gerçi komisyona seçilenlerin kimliğinde Türk yazması Amerikalıların özenle seçtiği ve onların hizmetinde olmasının da önünde engel değil. Dolayısıyla şu anda komisyon başkanı bir Türk ismi olmasına ve ABD ağırlığının 3 üyeye düşürülmüş gibi görünmesine rağmen pratikte değişen bir şey olmamıştır.

Bu komisyon halen görevde ve aktif durumdadır. http://fulbright.org.tr internet adresinden inceleyebilirsiniz. O tarihten şimdiye kadar gelen hükumetlerin, iktidarların hiç biri bu komisyonu kaldırmaya çalışmadı, ya da “Hele durun bakalım, siz kimsiniz, nesiniz?” de demedi.

Sonuç olarak yukarıda belirtmiştik, Batının kendi emperyal hakimiyetini sürdürebilmesi için bizim cahil kalmamız, etnik kökenlerin kaşınması gerekiyordu, bunun en kestirme yolu eğitim sitemiyle oynamaktı ve bunu yapıyorlar. Yani eğitimle, sistemle ve müfredatla bu kadar fütursuz ve sorumsuzca oynanması tesadüf veya birkaç muhterisin saçmalaması değil, gayet bilinçli ve sitemli bir çalışmadır. Buna dur demek zorundayız artık, aksi halde okullarımız Batı için kafası karışık, cahil maraba yetiştiren kurumlardan öte gidemeyecektir.

TARİKAT, CEMAAT, TEBAALIK VE YURTTAŞLIK

Her kişinin kendisi ve çevresindeki insanlar için sorması gereken bir soru var.

“Yurttaş” mıyız, “Tebaa” mıyız? Çevremizde kim yurttaş kim tebaa?

Yurttaş; sorgulama, yorumlama, bağımsız karar verme yeteneklerine sahip, aynı vatanda yaşayan kişilerden her biridir. Yani fikri hür, vicdanı hür bireydir, vatandaştır.

Tebaa; sözlükte “uyruk” anlamına gelmekle beraber, asıl olarak, bir kimsenin, bir olgunun etkisi altında olan, körü körüne bağlanan, kulluk seviyesinde gözü kapalı inanan bireylerdir. Yani fikri ve vicdanı hür olmayanlardır.

Cumhuriyetle beraber, bazıları yurttaş olmanın erdemleriyle bezenirken, bazıları da ısrarla tebaa, hatta köle kalmaya devam etmiştir. Bütün insanlık âlemi, tebaalık anlayışından yurttaşlık anlayışına doğru hızla ilerlerken, ülkemizde sosyolojik araştırma konusu olabilecek bir şekilde, yurttaşlık yerine tebaalığı seçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar artmaktadır.

Peki, adam gibi fikri hür, vicdanı hür bir yurttaş olmak yerine, iradesini birilerine teslim edip tebaa olma merakı, hevesi, ihtiyacı neden kaynaklanmaktadır?

Bir insan, özellikle din temelli tebaanın bir parçası olarak, kutsiyet atfedilen, kerameti kendinden menkul birilerine iradesini neden teslim eder?

Peygamberin eleştirilmesine, sorgulanmasına ses etmezken, neden din adına bağlandığı kişiye laf edilmesine tahammül edemez?

Allah’ın her insana farz kıldığı ibadetler ve emirleri gayet açıkken, kendi aklı-fikri de varken, neden Peygamberden başka birilerinin dinine teferruat katmasına, yönlendirmesine ihtiyaç duyar?

Siyasal tercihlerini, dünya görüşünü, yaşam tarzını, giyimini, kuşamını ve hatta evleneceği insanı belirlerken bile kendisi gibi bir kişinin tercihleri, telkinleri neden bağlayıcı olur?

Adının önünde akademik unvanlar ve resmi sıfatlar olan bazı insanlar, kendilerine göre “zırcahil” sayılacak birilerinin neden elini, eteğini öper, biat eder?

Kuran’da yüzlerce yerde insanlığa düşünmeyi, araştırmayı ve sorgulamayı söyleyen Allah’ın emirlerine rağmen bir insan, başka bir kişiye, düşünme ve sorgulama yeteneğini ve iradesini neden devreder? Onun söylediklerini sorgulamadan neden Kuran emri gibi bilir?

Hiçbir ekonomik değer üretmediği halde, milyarlarca dolara din adına hükmeden ve sürekli daha da zenginleşen kişi ve kesimler nasıl olurda makul karşılanır, sorgulanmaz, haklı görülebilir ve üstelik bir de kutsiyet atfedilir?

Cehalet mi? Kolaycılık mı? Saflık mı? Kurnazlık mı?
Yoksa tebaa olmak akıllılık da yurttaş olmak mı akılsızlık?

Uzun zamandır zihnimi meşgul eden bu sorulara, mevcut fotoğrafların analiziyle cevap bulmanın neredeyse imkânsız olduğunu, bu şekilde sorulara cevap bulmaya çalışmanın kavram kargaşası yaratarak birilerinin ekmeğine yağ olduğunu anladığımda, fotoğraf analizinden önce ciddi bir süreç analizinin yapılaması gerektiğini gördüm.

Bu noktada biraz Avrupa tarihi, biraz İslam tarihi, biraz da Osmanlı tarihi bilgilerine ihtiyacımız vardır. Konunun anlaşılır olması bakımından da çok detaya inmeyeceğim.

1) 19. yüzyılın ilk yarısına kadar bütün Avrupa topraklarının %80’e yakını kilisenin, dolayısıyla ruhban sınıfınındı. Hıristiyan Avrupa'da mülk Tanrı'nındır, Tanrı İsa'da bedenleşmiştir, İsa da Kilisededir. Dolayısıyla topraklar Kutsal Kilise'nin, yani fiiliyatta Papa'nın ve ruhban sınıfının denetiminde ve egemenliğindeydi.

2) Bilindiği üzere İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Fakat dört halife döneminden sonra, Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına benzer, geçimini din üzerine kurmuş, geniş kitlelere egemen bir sınıf, İslam âleminde de varlığını göstermiştir. Özellikle Arapların itikat imamı olarak benimsedikleri 10. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş, İmam Eş'ari diye de bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'ari ekolü, günümüzde de süren İslam’daki gizli ruhban sınıfının kullandığı en önemli materyal olmuştur. Çünkü akılcılığı devre dışı edip nakilciliği öngören bu ekol suiistimale oldukça müsaittir.

Türkler ise aynı tarihlerde itikat imamı olarak, bir Türk ve gerçek adı Numan Bin Sabit Olan İmam Azam Ebu Hanife öğretisinden gelen İmam Maturidi ekolünü benimsemişlerdi. Yani Türklerin mezhep imamı Ebu Hanife ve itikat imamı da Maturidi olmuştur.

Bu iki itikat imamı Maturidi ve Eş’ari, ehlisünnet itikadına mensup olmakla beraber çok can alıcı bazı noktalarda anlayış ve fikir ayrılığına sahiptirler. İşte, yurttaş olmakla tebaa olmak ayrımının can alıcı noktaları da burada başlamaktadır.

İmam Maturidi, öğretilerini benimsediği İmam Azam’dan gelen akılcılık anlayışı gereği, akılla nakil arasında esaslı bir denge kurdu. Dinin hakikatini anlayabilmek için aklın gerekliliğine inandı. Kuran’a aykırı olmayan noktalarda aklın ve mantığın hükmünü esas kabul etti. Allah’ın emirlerini kulun iradesinin anlayabileceği esasını ortaya koydu. Akılcı yaklaşımın, sorgulamanın gerekliliğini savunarak, İslam’da kendisine kutsiyet atfedilmiş, dini yalnız onların bileceği, diğer insanlar üzerinde din adına etki alanı oluşturabilecek kişilerin önünü kapatmış oldu.

İmam Eş’ari ise, İmam Maturidi’den farklı olarak nakilcilik esasını ortaya koydu. Dinin hakikatini anlayabilmek için kulun cüzi iradesinin yetersiz olduğunu savundu. Dini ve Kuran’ı anlayabilmek için aklın yeterli olmayacağını, mutlaka ya geçmişteki bazı müçtehitlerin fikirlerinin aynen nakledilmesini ya da ilim sahibi birilerinin dini anlayıp diğer insanlara nakletmesinin gerekliliğini iddia ederek, din konusunda sorgulama ve mantık hükümlerini devre dışı bıraktı. Eş’ari’ye göre; Peygamberin nasıl ki mucizeleri varsa, Peygamberden sonra gelen “veli” denilen kişilerin de kerametleri vardı ve ilim bunlara doğrudan Allah katından verilmişti.

Ehlisünnet kabul edilen iki değişik ekolden, İmam Maturidi ekolünü benimseyen Türklerin doğru seçim yaptığını tarihi süreç tartışmasız şekilde ortaya koymuş ve dolayısıyla İmam Maturidi’yi haklı çıkartmıştır.

İtikat imamı olarak Maturidi’yi benimseyen Türkler, Dünyanın en ileri medeniyetini kurmuş, İslam’ın sancaktarlığını yapmış, üç kıtaya hükmetmiş, özgür yaşamış, kendi çağının biliminde ve tekniğinde en ileri seviyesine ulaşmışlardır. Tabi ki İslam konusunda Maturidi anlayışını terk etmedikleri sürece tarih böyle seyretmiştir.

İtikat İmamı olarak Eş’ari’yi benimseyen Araplar ise, tarih boyunca ilimde, teknikte hiçbir ilerleme kaydetmedikleri gibi, sürekli birilerinin hükümranlığı altında, ilkel ve çoğu zaman da zillet içinde yaşamışlardır.

3) Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Ridaniye zaferiyle Memluk devletini yıkmış ve Mısır topraklarına egemen olmuştur.

Ridaniye savaşının Osmanlı tarihinde, etkileri ve sonuçları bakımından tutuğu önemli yeri anlatmaktan ziyade, çok dikkat edilmeyen ama çok önemli bir ayrıntıyı, konumuzla direkt alakalı olduğu için büyüteç altına almamız gerekiyor.

Yavuz Sultan Selim İstanbul’ a dönerken Osmanlı hâkimiyetine giren Mısır, Suriye ve Filistin’den çok sayıda ilim adamını İstanbul’a getirmiştir. Bu ilim adamlarına iltifatlarda bulunup, rahat yaşamalarını sağlamıştır. İmam Azam ve Maturidi ekolünün hâkim olduğu Müslüman Osmanlı devletinde ilime verilen önemden dolayı, daha sonraları da birçok Arap ilim adamı İstanbul’da ve Osmanlı topraklarında yaşamayı seçmişler ve Osmanlı’dan hep iltifat görmüşlerdir. Fakat o dönemde ilim adamı denilen kişiler aynı zamanda din âlimi idiler. Bu din âlimlerinin ekserisi ise İmam Eş’ari ekolünden gelmiş kişilerdi. İşte o tarihlerden itibaren Müslüman Türklerde Maturidi’den gelen akılcı anlayışın yerini yavaş yavaş, Eş’ari’den gelen nakilci anlayışa bıraktığını, şeyh, veli, ermiş sıfatlı, keramet sahibi olduğu iddia edilen kişilerin müritlerini çoğaltarak, feodal hâkimiyetler kurduklarını gözlemlemekteyiz. Aslında, İslam’da olmamasına rağmen, bu şekilde, Avrupa’daki ruhban sınıfına benzer bir sınıf da İslam âleminde ortaya çıkmıştır.

Bu gelişmeleri takiben, (belki başka sebepler de katılabilir) tesadüf olamayacak bir gerçeklikle, Osmanlı devletinde bilimsel gelişmeler durmuş, imparatorluk önce durakalama, sonrada çöküş dönemine girmiştir.

Avrupa, 1798 yılında Fransız Devrimi ile ruhban sınıfının hâkimiyetine son verip aydınlanma sürecine girerek “Yurttaşlık” bilincini geliştirirken, Osmanlı’da ise, değişik bir ruhban sınıfı hâkimiyet alanını büyütmekte, din adına “Tebaalık” anlayışını insanlara dayatmaktaydı.

Kendisini Hanefi Mezhebinden ve itikat imamı olarak da Maturidi’yi bilen, “kula kulluk” anlayışına karşı olan Türklere açıktan, direkt olarak Eş’ari itikadı nakledilememekteydi. Bu anlayış sanki Hanefi Mezhebinin itikadıymış gibi değişik kılıflarla çarpıtılarak, hikâyeler, hurafeler, sözde kerametlerle amaçlarına uygun olarak sinsice enjekte edilmekte, insanlar üzerinde hâkimiyet bu şekilde kurularak, tebaalar oluşturulmaktaydı.

Çok geniş bir coğrafyada egemenliğini sürdüren Osmanlı için, insanlar üzerinde hâkimiyet, yönetim ve denetimin dini feodalite aracılığıyla tebaa oluşturarak sağlanabilmesi kolaycılığı, daha sonra ortaya çıkartacağı sonuçlar kestirilemediğinden, o günkü şartlarda akıllıca bir yönetim anlayışı olarak görülüyordu.

Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı’da, Eş’ari anlayışının tezahürü olarak, gerek Anadolu topraklarında, gerekse Osmanlı’nın hâkim olduğu diğer yerlerde keramet(!) sahibi şeyh, veli, ermiş, cemaat, tarikat, tekke sayısı da oldukça çoğalmıştır.

Bu sürecin ve gerçekliğin farkında olan Avrupa devletleri de, özellikle İngilizler bu durumu kullanmışlardır. Tebaa durumundaki halk kitlelerini, keramet atfedilen din adamı sıfatlı ajanlar aracılığıyla yönlendirebilmiş, isyanlar çıkartmış, “Hasta adam” Osmanlı’yı içeriden vurmuşlardır.

Bu durumun günümüzde de Türk milleti üzerinde akçık veya gizli olarak nasıl uygulandığının, ne kadar etkili olduğunun açık delil ve ibarelerinin ortaya konması, tartışılması, Türk milletinin ve devletinin bekası için son derece önemli hale gelmiştir.

Bu bağlamda, Türk politik tarihi konusunda büyük araştırmaları olan Hindistanlı Profesör Feroz Ahmad’ın, 1945-1980 yılları arasını anlattığı “Demokrasi Sürecinde Türkiye” adlı kitabının 459. sayfasında, Almanya-Berlin’de kurulmuş Risale-i Nur Enstitüsünün, Alman, Hollanda ve Amerikan mali kaynaklarıyla, Türkiye’de dağıtılmak üzere propaganda malzemesi ürettiğini tespit etmesi dikkat çekicidir. Feroz Ahmad, kitabının aynı sayfasında Risale-i Nur Enstitüsüne yapılan yardımların, sermayesinin çoğunluğu Hollandalıların elinde bulunan bir petrol şirketince, yani Shell grubunca yapıldığını tespit etmesi, Risalelerin Shell gurubu tarafından bastırılıp dağıtıldığını belirtmesi düşündürücüdür.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, tarihin gördüğü en zeki liderlerden biri olan Atatürk tarafından tekke ve zaviyelerin kapatılma gerekçeleri da işte yukarıdaki sebeplerdir. Din feodalitesinden beslenen kesimler bunu “kâfirlik”, “gâvurluk” olarak tebaalarına lanse etseler de, fikri hür, vicdanı hür kesimler için, akıl ve mantık sahibi Müslümanlar için gerçeği değiştiremeyeceklerdir.

Cumhuriyetin kuruluşluyla birlikte Atatürk, bu millete tebaalıktan kurtulup yurttaş olma şansını vermiştir. İşte milletin tebaa olmasından nemalanan, hayatında hiçbir üretim yapmamış, tekke ve zaviyelerde bedavadan yiyip-içip zenginleşen, miskinleşen, din feodalitesinden beslenen kişi ve kesimlerin eteğine ateş böyle düştü.

Bu ateşin neden düştüğü ve halen niye şiddetle devam ettiği, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları (S.İ.Aralov) adlı kitaptan küçük bir alıntı ile çok daha iyi anlaşılacaktır.

1922 yılında, Mustafa Kemal Atatürk, Konya'ya yaptığı ziyarette bir medreseye gittiğinde, orada bulunan bir molla, medreselerin sayısının artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica eder. Bunun üzerine kendini tutamayan Atatürk, özellikle bu askere alma düşüncesine karşı olan mollaya kesin bir ifadeyle şöyle cevap verir:
"Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz! Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim..."

Atatürk'ün bu yanıtı karşısında yüzleri kızaran mollalar ona hiçbir şey söyleyemezler. Zaten Atatürk de onlara bir şey deme fırsatı bırakmadan "Burada yapacak işimiz kalmadı" diyerek ayrılır. Medreseden ayrıldıktan sonra, yanındaki Sovyet Rusya elçisi Aralov'a otomobilde şu açıklamayı yapar "Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşama kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükumetten yardım istiyorlar."

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte o zamana kadar tebaa durumundaki milletin her ferdi yurttaş olunca, her şeyi sorgulayabilecek, kerameti kendinden menkul kimselere kayıtsız şartsız itaat etmeyeceklerdi.

Malum bazı kesimlerin, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının altında yatan en önemli sebep budur. Tebaanın başında bulunan şahıs bu düşmanlığı; Atatürk için “deccal”, “din düşmanı”, “içkici gâvur” v.s. gibi çeşitli şekillerde yaparken, tebaanın ise ruh iklimi, aklı, muhakeme yeteneği vesayet altında olduğundan bunun doğru mu, yanlış mı olduğunu sorgulayamaz ve körü körüne inanır. Oysa doğru dürüst bir Kuran tefsirini Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptıranın Atatürk olduğunu, bunu niye yaptırdığını bir an için bile düşünemez. Bu ve başka gerçeklerin kendisine hatırlatılması, anlatılması beyhudedir. “Efendisi”nin telkinlerinin ötesinde bir noktaya varamaz, çünkü tebaadır...

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze doğru tarih sürecinde de, Avrupa’da tarihe karışmış Ruhban Sınıfının bir çeşit yansıması olan örgütlenmelerin çeşitli adlar ve kişiler etrafında çoğaldığını, Türk sosyal ve siyasi hayatında etkin olduklarını da maalesef görmekteyiz. Büyük çoğunluğu Hanefi Mezhebine bağlı olan ve Maturidi itikadını üzerine din fikrini inşa etmiş olan, doğal olarak ta akıl ve mantığa önem vermesi gereken Türklere, sanki İmam Azam’ın ve Maturidi’nin fikirleriymiş gibi, Eş’ari itikadı ve birtakım hurafeler sinsice enjekte edilmektedir. Bu şekilde keramet(!) sahibi modern veliler, şeyhler, ermişler, âlimler, efendiler icat edilmekte, etraflarında cemaat veya tarikat adı altında tebaalar oluşturulmaktadır.


Bu olanların başka bir tepkisel yansıması da Alevi inancını benimsemiş kesimlerde ortaya çıkmaktadır. Din adına yapılan bu yozlaşma Hanefi mezhebine, dolayısıyla Sünni kesimin tümüne mal edildiğinden, Alevi-Sünni ayrışması da derinleşmekte, bu ayrışma içeriden ve dışarıdan bazı çevrelerce Türk devleti aleyhine kullanılabilmektedir.

Bugün itibariyle yukarıdaki tespitleri, tebaa durumuna getirilmiş bir cemaat mensubuyla tartışmak son derece zordur. Çünkü Hıristiyan Cizvit sistemine çok benzeyen bir sistemde yetişmiş, beyni törpülenmiş, “acabaları” bulunmayan, ağabeylik, müritlik veya imamlık sitemiyle kendisine çizilen fasit dairenin dışına çıkabilme yeteneğinden mahrum bırakılmış, şuur altı dogmatik bilgilerle donatılmış biriyle, tahsili ve sıfatı ne olursa olsun tartışabilmek, kendisine verilen doğruların dışında bir fikri müzakere edebilmek imkânsızdır.

İnsanlar arasında ekonomik çıkar bağı oluşturmak, bizden olursan “işler kolaylaşır” anlayışını yerleştirmek de çok etkili bir bağlılık sağlama, irade teslim alma yöntemi olarak tarihin her devrinde kullanıldığı gibi bu süreçte de ustalıkla kullanılmaktadır.

Örneğin Fetö denilen denilen yapı, uluslararası toplum mühendisliği ve bazı servislerin propaganda, yönlendirme ve yöntemlerini de ustaca kullanabilmiştir. Örneğin; Türkçe birkaç şarkı ve şiir ezberletilmiş bir düzine çocukla, Türk menşeli olmayan bazı gizli servislerin ileri karakolu haline gelmiş İngilizce eğitim yapılan okullarda, bütün dünyaya Türkçe öğretiyormuş ve Türklüğe hizmet ediyormuş izlenimi verilebilmiş, kendi mensuplarının ve toplumun bilinçaltına bu propaganda ustalıkla işleyebilmiştir. Biz yıllardır uyarmamıza, bunların tehlikesini, kime neye hizmet ettiklerin anlattığımız için bize cephe alanlar, onları savunanlar, beraber iş tutanlar, ancak bugün karşılaştıkları şerle bunu anlayabilmişlerdir.

Tarikat ve cemaat yapılarında genel mekanizma aynıdır. Çocukların, gençlerin alınıp din ve ahlak adı altında beyinlerinin yıkanıp şeyhine kulluk yetiştirilmesi ve toplumun yönetim mekanizmalarına yerleştirilmesi temel amaçtır. Yönetim mekanizmalarına yerleştirilmiş bu insanların kayıtsız şartsız şeyhine veya liderine itaati sağlanarak, devlet içinde derebeylikler kurma ve daha da ilerisi, örneği yaşandığı şekilde, devlete sahip olma hedefi genelinde vardır. Bu yapılarda ahlak derken, bildiğimiz evrensel ahlak ve etik sanılmamalıdır. Şeyhin veya liderin her tavrı ve dayatması ahlak ve etik olarak kabul edilir ve sırf bir dine mensup olunduğu için ahlaklı olunduğu var sayılır.

Bütün bunlara rağmen; kendisini Türk hisseden, Kuran, Peygamber, Kuran temelli akılcı İslam anlayışını benimsemiş her Türk bu fasit daireyi kıracak, kendisine keramet atfedilmiş kişilere iman etmektense değerlere iman etmenin doğruluğunu anlayacak, tebaa yerine yurttaş olabilmenin faziletiyle donanıp kendine döneceğinden hiç kuşku duyulmaması gerekir. Bu yapılanmaların içine bütün samimiyeti ve iyi niyetiyle dâhil olmuş hiçbir arkadaşımızdan, kardeşimizden vazgeçmedik ve geçmeyeceğiz. Çünkü her şey aslına rücu edermiş. Bu arkadaşlarımız, iyi niyet ve samimiyetlerinin istismar edildiğini mutlaka anlayacaklardır. Bizlere düşen de bu konuda onlara yardımcı olmak, girdaptan çıkmaları için el uzatmaktır.

Özellikle 15 Temmuzdan sonra, söz konusu yapılanmalar içinde, bu gün itibariyle bir uyanış ve çeşitli sorgulamaların yapıldığı, tebaalıktan yurttaşlığa geçiş eğiliminin olduğu da açıkça görülmektedir ki inşallah bu erdeme ulaşırlar.

Kul olunacaksa yalnız Allah’a, biat edilecekse yalnız Kuran’a, tebaa olmaktansa millet olmaya çalışmak Allah’ın bahşettiği aklı zayii etmemektir.

CUMHURİYETTE YAŞARKEN HANGİ OSMANLI?

İyisiyle, kötüsüyle tarih bizim tarihimizdir, hiçbir dönemini dışarıda tutamayız...
Fakat şu gerçekleri de bilmeli, kabul etmeliyiz:
Atatürk, Osmanlı'yı yıkmamıştır; yıkılmış, parçalanmış, görkemli günlerini çok geride bırakmış, tarih sahnesinde miadını doldurmuş, düşmana teslim olmuş, sorumsuz bir hanedenalığın sömürdüğü perme perişan bir halktan oluşan yapının yerine bağımsız bir Türk devleti kurmuştur.

Ancak, bazı alçaklar Cumhuriyet'in bütün faziletlerini, Atatürk'ün bütün başarılarını, Türk milletinin kurtuluş mücadelesini, Türk milletinin dışında bir sülale olan, Türk'ü aşağılayan, ensesinde boza pişiren Osmanlıya bağlamak için bir taraflarını yırtarlar.

Neden biliyor musunuz?
Uzun yazmayacağım, cibiliyetsizdirler, soysuzdurlar, niyetleri, zihinleri kirlidir, dönme veya devşirmedirler, başka odakların elemanlarıdırlar.

Atatürk'ün Cumhuriyeti, kurtuluş savaşını kazanıp hangi Osmanlı'ya rağmen kurduğunu bilip bilmezden gelen puştlara ve bilmeyenlere bir kere daha anlatalım.

1923’te…
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu.
40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu.

Traktör sıfırdı, karasaban’dı.

Beş bin köyde sığır vebası vardı.

Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu.

İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu.

Memlekette sadece 337 doktor vardı.

Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü.

Diş hekimi, sıfırdı.

Dört hemşire vardı.

40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.

Ortalama ömür 40’tı.

Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi.

Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.

Kadın, insan değildi.

Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken…
Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Birilerinin dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.

Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.

Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu.

Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan başka ses çıkıyordu.

Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!

Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz Ortaçağdı.

Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu.

Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu.

Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.

600 sene boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça’yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.

“Harf devrimi yapıldı, bir gecede sıfırlandık, cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya…

İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz?
Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.

Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı.
Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”

İşte Atatürk, böyle bir ortamda yedi düveli dize getirip bağımsız bir Türk devleti kurmuşken, birileri halen Osmanlı güzellemesi dizip, her başarıyı, her değeri Osmanlı'ya bağlamaya çalışıyor ya...
Bir gidin, aklımızla dalga geçmeyin, defolun alçaklar!..

DİLİMİN SINIRLARI DÜNYAMIN SINIRLARIDIR

Dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır. Konuşma dili 150-200 kelime/dakika ve okuma dili 200-250 kelime/ dakika iken, düşünme dili 1300-1800 kelime/dakika düzeyindedir.
Bu yüzden yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin kısır döngüde çıkmazları yaşayacaktır.
Bu durumda, 200 kelime ile düşünenin, 2000 kelime ile düşüneni anlayamaması da doğal sonuçtur.
Sokaktaki konuşma dili günlük 150-200 çeşit kelime olduğuna göre ve sokaktakinden başka okuması, öğrenmesi, iletişimi olmayan birçok insanımızın farkında olmadıkları vahim durum bir vakıadır.
Dolayısıyla şu değişmez gerçektir ki ufkunu ve düşünce sınırlarını dilin, bilgin ve birikimin belirler.
Yani aslında: Dilin kadar varsın...

KISSADAN HİSSE
Adamın birinin babadan yadigar antik ipek bir halısı varmış. Satmaya karar vermiş.
Ona göstermiş, buna göstermiş ama kimse talip olmamış. Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.
Zengin, halıya bir bakmış ve sormuş, "kaç para?"
Adam "100 altın" istemiş halısına.
Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.
Adam sevinmiş. Halıyı alan zengin sormuş; "Bu halının kaç para ettiğini biliyor musun sen?"
Adam, "bilmiyorum efendim" demiş. Zengin gülerek en az 3000 altın edeceğini söylemiş.
Adam susmuş...
Zengin tekrar sormuş; "Sen buna niye 100 altın istedin?"
Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş, çünkü demiş, "benim bildiğim en büyük rakam 100"

Kaygılanma Çocuk! Herkes Ölür, Kimi Toprağa Kimi Yüreğe Gömülür...


HANEFİLİK, MATURİDİLİK, TÜRKLER VE ARAPLAR

Hanefi mezhebinin itikatta imamı Mâturîdî'dir. İmam Hanefi de, İmam Mâturîdî de Türktür.

Mâturîdî, Arapların itikatta imamı olan (şu anda Türk milletine dayatılan) nakilci anlayışı savunan İmam Eşari'den farklı olarak akılcı İslamı savunur. Mâturîdî, aklı, bilgi nazariyesinin merkezine yerleştirir. Ona göre akıl, Allah’ın insanoğluna iyi ile kötüyü ayırt etmesi için verdiği en yüce emanettir.

Diğer bir itikat imamı olan Eşari ise, Kuran'ı, dini insanların cüzi iradesinin anlayamayacağını, sorgulamadan nakillerin kabul edilmesini ve bir mürşidin dini anlatmasıyla insanların anlayacağını savunurken; Mâturîdî, aklı öne çıkarır, Allah'ın kullarına anlayamayacağı sözler söylemeyeceğini iddia ederek daha da ileri gider, "Velev ki Kuran olmasaydı, insan aklıyla Allah'ı bulurdu" der ve ilmin imandan önce geldiğini savunur.

Mâturîdî, aklı, hadis olduğu iddia edilen sözlerin ve dini metinlerin lafzi anlamına hapsederek, düşünmenin önüne geçip metnin hâkimiyetini kurmaya çalışanlara karşıdır.

Mâturîdî, sorunların çözümünün, belli şahıslara, yani siyasi- dinî lidere veya gizemli güçlerle donatılmış sufi önderlere (şeyh ve kutub) havale edilmesine karşıdır.

Geçmişten günümüze kadar gelen dinî tecrübeye (sünnet ve asar), yani ilk nesillerin dini anlama ve yaşama biçimlerini ideal bir dönem (asr-ı saadet) olarak sunulması ve her konunun çözümünün ve açıklamasının orada aranması yerine, oralardan faydalanılması ancak her dönemin kendi şartlarıyla değerlendirilmesinden yanadır.

Tarih, İmam Mâturîdî'yi haklı çıkarmıştır. 16. Yüzyıla kadar İmam Mâturîdî felsefesiyle İslam'ı kavrayan, düşünen Türkler dünyanın hâkimi olurken, bilimde ve teknikte de dünyanın en ileri milleti olmuşlardır. İmam Eşari felsefesiyle yaşayan Araplar ise halen zilletten kurtulamamışlardır.

Türklere ne zaman ki (16. Yüzyıldan sonra) Hanefi Mezhebi diye Eşari itikat anlayışı şırınga edilmeye başlamıştır; işte o zaman, aklın ve düşüncenin önüne set çekilmeye başlanmış, yozlaşma günümüze kadar devam etmiş ve etmektedir.

Aslında Aleviliğin de, aklı ve düşünmeyi devre dışı bırakan bu İmam Eşari anlayışına bir başkaldırı olarak ortaya çıktığını gözlemlemekteyiz. Alevi denilen ve %100 Türk olan bu insanlarımızla Hanefi Mezhebinin ve İmam Mâturîdî anlayışının sorunu olmamış ama Türk milletine dayatılan Eşari ve Emevi din anlayışının bütün Türklerle sorunu olmuştur.

ELİNE, BELİNE, DİLİNE

Hacı Bektaş-ı Veli’nin 13.yüzyılda söylediği rivayet edilen bu söz, anlamı itibariyle hiçbir filozofun söyleyemediği; net, kısa, keskin ve bir o kadar derin sözdür.

Eline, beline, diline sahip ol..!

İki değişik bakış açısından farklı anlamlara gelen bu sözü tasavvuf açısından ele alırsak ki çoğu insan bu şekilde anlıyor; anlamı gayet nettir ve aslında Kuran’ın, dolayısıyla İslam’ın temel felsefesini, insanın ve ruhunun Allah’ın istediği şekilde olgunlaşma halini tek cümleyle ifade eder.

Eline sahip olmayla; harama el uzatmama, çalmama, hak etmediğini almamayı öğütler. Beline sahip olmayla; başkasının helaline kem gözle bakmamayı, zinadan kaçınmayı, birçok kötülüğün sebebi olan cinsel zaaflardan kurtulmayı öğütler. Diline sahip olmayla; kem sözden, yalandan, fitneden, şirkten, münafıklıktan kaçınmayı, nezaket sahibi olmayı öğütler.

İkinci ve esas söyleniş amacıyla anlamına gelirsek; 1209-1271 yılları arasında yaşamış olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin yaşadığı dönemin sosyo-politik durumuna ait bir sözdür ve bence söylenme amacı, asıl anlamı buradan anlaşılmalıdır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin yaşadığı dönemde Asya, Anadolu ve hatta Avrupa toprakları Moğol istilalarına uğramıştır. Kısa sürelerle Moğollar bu topraklara hâkim olmuş, terör estirmiş, yağmalamışlardı. Moğollara yenilen Selçuklular ve diğer Türk beylikleri Müslümandı ve yağmacı Moğolların şiddetli baskısı ve tacizi altında kalmışlardı. Hacı Bektaş-ı Veli, Türk’tü ve sözlerini de Türkçe söylemiştir. İşte Moğol istilası altında kalan bir millete söylenecek en anlamlı ve yol gösterici öğüt bu olmuştur.

Eline, beline, diline sahip ol..!

“El”ine sahip olmayla; Türklerin yurduna, obasına, toprağına sahip olmayı, zamanın emperyalist gücü istilacı Moğollara teslim olmamayı öğütler. “Bel”ine sahip olmayla; soyuna, nesline, namusuna, doğacak çocuklarına sahip olmayı, Moğol tasallutuna teslim olmamayı öğütler. “Dil”ine sahip olmayla; Moğol, Arap ve Fars dillerinin tasallutunda olan Türkçeye sahip çıkmayı öğütlerken, şüphesiz, dilini kaybeden bir milletin dini de dâhil bütün değerlerini kaybedeceğini, köle olmaktan kurtulamayacağını biliyordu.

Sözün bu anlamıyla örtüşen ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Moğol istilacılarına karşı, Anadolu’daki Müslüman Türk küçük beylik ve obaları bir araya getirme amacına yönelik başka bir sözü de “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.”dır.

O zamanın emperyalist gücü Moğollardı. Onlar yağmalayıp gidiyorlardı. Şimdiki emperyalist güçler ise başta ABD olmak üzere, batıda, doğuda ve coğrafyamızda bazı devletlerle beraber küresel sermayeye hükmeden sömürgenlerdir. Bunlar yağmalayıp gitmiyorlar, ülkemizde ve coğrafyamızda işbirlikçi maşalar bulup kalıcı oluyorlar, kan, gözyaşı ve sömürüyü sürekli hale getiriyorlar.

Bizler elimize, belimize, dilimize; yani vatanımıza, neslimize, Türkçemize sahip olmadığımız, dolayısıyla milli devlet ve millet olamadığımız için; bir olamıyor, iri olamıyor, diri olamıyoruz ve bu sebeple modern yağmacıların yağma alanı olmaktan da kurtulamıyoruz.

Bu yazıyı 19 Mayıs Cuma günü yazıyorum. İşte, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919 günü ve onu takip eden süreçte Türk milletiyle beraber verdiği mücadele; bir olup, diri olup, iri olup; eline, beline, diline; yani vatanına, nesline, milletine, diline ve dahi dinine sahip olma mücadelesiydi.

Oysa Atatürk’ün kurdurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kontrolündeki camilerde, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet sayesinde eda ettiğimiz Cuma namazında, Diyanet İşlerinin konusunu ve metnini yayımladığı hutbede, bu mücadeleyle ve günün anlamıyla ilgili tek bir cümlenin bile olmaması tesadüf veya gaflet, dalalet değilse cehaletten olabilir mi?

Akıllı olalım, hepimiz aynı gemideyiz. Her şeye rağmen Hacı Bektaş-ı Veli’ye kulak verelim; bir olalım, iri olalım, diri olalım ve elimize, belimize, dilimize sahip olalım.

SOSYOLOJİK PİÇLİK

Tahribat büyük...

Özellikle son 20 yılda telafisi çok zor ve hatta mümkün olmayan tahribata uğradık/uğratıldık.

Bu tahribat konusunda kimisi ekonomi, kimisi demokrasi, kimisi adalet, kimisi eğitim vs. diye lokal tespitlerde bulunur ama bütün hepsinin temelinde olan ve son derece sistemli ve bilinçli yapılan yıkım atlanır genellikle.

Oysa;
Ekonomi bozuksa düzeltilir.
Borç varsa ödenir.
Demokrasi yoksa getirilir.
Hakimler, savcılar taraflıysa değiştirilir.
Eğitim sistemi düzeltilir...
vs. vs.

Ammaaaa;
Toplumun parametrelerini bozmuşsanız, değerlerini silmiş, paradigmasını değiştirmişseniz çok zor. En az birkaç neslin yok edilmesi, eritilmesi süreci ki bu 50-100 yıl demektir, bu süreçte hep ve çok doğru işler yapmanız gerekir. Ancak o zaman tahribatı tamir etme şansınız vardır.

Netice olarak şu an sosyolojik piç durumuna getirilmiş ve halen getirilmeye çalışılan, millet olma sürecinden çıkarılıp her biri ayrı baş çeken, kimi din adına, kimi siyaset adına garip şeylere inanan, garip şeyler savunan veya fikri olmayan, sürü olma durumuna getirilmiş bir güruhla karşı karşıyayız.

İşte bunun adı en hafif tabirle sosyolojik piçliktir.

Kimse "bana ne, ben etkilenmiyorum" demesin. Çevrenizde, ailenizde, işinizde, çarşıda, pazarda, trafikte yaşadığınız birçok sorunun kaynağı da bu sosyolojik piçliktir.

Çok Okunanlar